Herkes geçmişinde bazı yaralar almıştır. Bilerek ya da bilmeyerek yaşanan pek çok şey bilinçaltında yer etmiş gün yüzüne çıkmayı bekler. Belki de çıkar farkına varamayız çoğu zaman. Benim de yaralarım var elbet ama yaralarımı kazıma huyum da var. Kazıyıp, acıtıp, bazen acıdan ağlayıp, kanatıp, yok ederim. Ama yaralı yaşayamam. O yarayı içimde barındıramam.

Hayatta en çok kendim ile uğraştım ve uğraşmaya da devam ediyorum. Kendimi sevmezsem hiç kimseyi sevemeyeceğimi öğreneli çok oldu. Kendimi sevebilmek için de kendimi sorgulayıp hoşuma gitmeyen taraflarımı törpülemem ve bunu yaparken ise bazen ruhen büyük acılar çekmem gerekti. Ne oldu ki bana? Kötü bir çocukluk mu yaşadım? Hayır. Aslında hep mutluydum ama işte insan doğası gereği bazen yanlışlar da yapabiliyor. Ön yargı mesela ya da ego… Bunlardan uzak durmak, yok etmeye çalışmak başlı başına büyük bir çaba gerektiriyor. Kendinle konuşup, kendini azarlaman gerekiyor. Oysaki kendini hep haklı bulmak ne kadar da kolay ve rahatlatıcı. Ama olmuyor işte çıktığın yolda gerçek iç huzuru için her zaman sen haklı olamayabiliyorsun.

Çocukken daha henüz kendimle uğraşamazken bir yıldızım vardı yatağımdan görünen. Gökyüzünde hep aynı yerde durur, göz kırpardı bana. Anlatırdım ona. Her şeyi, herkesi, hayal kırıklıklarımı, sevinçlerimi, üzüntümü… Çok uzun bir süre buna devam ettim. Sonra anlatmaz oldum ve bir gün yıldız yok oldu. Yıldız sanırım ergenlikle birlikte terk etti beni.

Ergenlik dönemim çok sert geçti. Sanki dünyayı kurtarmalıydım, bir ben akıllıydım, her şeyi biliyordum. Yetişkinlerin hiç biri hiçbir şey bilmiyor ve anlayamıyordu. Okuldaki haksızlıklara kafa tutuyor, resmen savaşıyordum. Öylesine mutsuz, öylesine karamsar, öylesine ölüme yakın, öylesine sorgulayan ve gözü kara. Ama hayatımda en çok kahkaha attığım, gülmekten yüzümün uyuştuğu zamanlarda aynı zamanlardı. Nasıl oluyordu da bu kadar eğlenirken bu kadar da mutsuzdum. Şu an ergenlere olan sempatim sanırım bunu çok derinden yaşamamdan kaynaklı. Onları çok iyi anlıyor ve çok seviyorum. Bu mücadele, onları kendileri yapacak biliyorum.

Hayaller, hep hayaller… Kafamdaki gerçekmiş gibi tüm detaylarını oluşturduğum hayaller. Ve evet hepsi daha sonradan gerçek oldu, hem de tüm detaylarıyla. Tesadüf mü? İnanç mı? Bilemem.

Bloğa aktif olarak yazmaya başlamadan kısa bir süre önce, “Şimdi, şuan hayalin ne Nihal?” diye sordum kendime. Sonra uzunca bir süre düşünmem gerekti. “Eyvah” dedim “Hayalim yok mu artık?” Hayallerin yerini gerçeklerin aldığını görmek ve bu gerçeklerin hayallerin önünde koca bir set olduğunu fark etmek üzdü beni açıkçası. Üzmekle de kalmadı, arka arkaya tokatladı hatta.

“Şuraya tatile giderim” diyorum, “nah gidersin çocuklar, okullar, kayıtlar” diyor. “Yeni bir hobi” diyorum, “oldu canım çok da vaktin var sanki” diyor. Büyümek ne acayipmiş. Kim koydu bu kocaman engeli içime? Ne zaman geldi? Kimle geldi?

Tüm gün sokakta oynayan, çeteler kuran, bisiklet tepesinden inmeyen, her gün bisikletle biraz daha uzağa gidip dönen, en son Sarıyer – Ortaköy yaparak annesini meraktan çatlatan elebaşı Nihal. Car car çenesi durmayan, mahalledeki çocuklara doğaçlama tiyatro oynayan “hadi bir daha bir daha” Nihal. Ağaç tepelerinde gezen, daha ilkokuldayken otostop çekip iki yan sokaktaki arkadaşına giden, tesadüf eseri şuan hayatta olan Nihal. Sana ne oldu da böyle yetişkin oldun birden?

Bence herkes arada bir çocukluğuna gitmeli, silkelenip özüne dönmeli. Ve işte oralarda yaralar varsa oturup üzerinde düşünmeli. Gerekirse çok düşünmeli.